Metin AND, Türk Dili Dergisi No:189, Haziran 1967
Büyük Fransız tiyatro bilgini Profesör Gustave Cohen her din dram doğurtucusudur ve her tapınış kolaylıkla ve kendiliğinden dramatik ve tiyatro görünüşü kazanmıştır, diyor.Bu görüş eski totemci topluluklar ve eski Yunan gibi çoktanrılı dinler bakımından yüzde yüz doğru olmakla birlikte acaba Hristiyanlık ve İslamiyet için doğru mudur? Gerçi bir Hristiyan dramı ve tiyatrosu yaratılmıştır, ancak bu hiç yoktan var olmuş, özgün, kiliseden fışkırmış bir tiyatro mudur, yoksa daha önceden de var olan kilise dışındaki kaynaklardan ve kiliseye rağmen mi çıkmıştır? Araştırmalar bu ikincinin doğru olduğunu gösteriyor. İslâma gelince, hiçbir islam ülkesi ne özgün, ne de bir başka dram örneğinde bir dram yaratabilmiş değildir. Bir bakıma Şii inancında görülen taziyeler ileri sürülebilir. Bunun dışında islam ülkeleri kendi dramlarını yaratamamışlardır. Bunun çeşitli nedenleri vardır.
Bunun başında İslam ülkelerinin ilişki kurdukları uygarlıkların gelişmiş bir tiyatroları olmayışı, özellikle Yunan dramını tanımamış olmaları gelir. Yunan tiyatrosu dokuzuncu ve onuncu yüzyılda sona ermiştir. Eflatun’u, Euclide’i, Ploteme’yi tanıyan Arap dünyası Sophocles’i, Europides’i, Aristophanes’i tanımadı. Aynı şeyi Türkler için de söyleyebiliriz. Yunan dramının mirasçısı olan Bizans’ta uzun ömürlü bir imparatorluk olmasına karşın bu önemli kaynağı sürdürecek bir tiyatro yaşamı yoktu. Gerçi günümüze değin gelen ve köylerde görülen eski bolluk törenlerinin kalıntıları vardı, ama kent-köy kültürlerinin birbirlerinden kopmuşluğu bu kaynaktan da yararlanmayı engellemiştir. Oysa Hristiyan dramının Avrupa’da gelişmesinde bu bolluk törenlerinin kalıntılarının, seyirlik köylü oyunlarının büyük katkısı olmuştur.
Bir görüşe kulak verirsek kadın ve erkeğin bir arada bulunmalarına karşı konulan sınırlamaların da payı vardır. Ancak bu öylesine önemli bir engel sayılmamalı. Özellikle Asya ülkelerinin zengin dramalarında da kadına yer tanınmadığı gibi, Avrupa tiyatrosunun da bir çok dönemlerinde kadın sahneye çıkmamıştır.
Daha başka nedenler de aranıp, bulunup söylenebilir. Fakat İslâmın bir dram yaratamamasının en büyük nedeni İslâmın inanç ve dünya görüşünde dram ve tiyatroya aykırılıklar bulunmasıdır. İslamda Tanrı bütün varlıkları yoktan var eder, bu varlıkların tümü gelip geçici, oysa Tanrı kalıcıdır, önsüzdür, sonsuzdur. Tanrı yeri göğü kendi yasalarına göre yönetir. İşte bu temel ilkeler açısından Tanrınınki gibi bir yaratıcılık etkinliği olan ve canlı varlıkların benzetmecelerini yapan türden sanat kollarına yer yoktur. Bunların başında resim ve heykel gelmektedir. Gerçi resim ve heykel bakımından Kur’anda herhangi bir yasaklamaya rastlamayız. Buna karşın çeşitli hadisler buluruz. Bunlardan birine göre yargı günü gelince, cehennemin cezası ressam için ölçüp biçilecek ve kendisinden yarattığı biçimlere can vermesi istenecektir, oysa onun hiçbir varlığa can verecek gücü yoktur. Canı olan bir biçim yaratmakla Yaradan’ın yaratıcılık görevine karışılmış olunuyor. Arapçada ressama “musavvir” denilmektedir, aynı kelime Fars, Türk ve Urdu dillerine de girmiş, biçim veren, biçimleyen anlamına geldiği için heykelci, yontucu için de kullanılmıştır. Öte yandan “musavvir” Kur’anda Tanrı’nın bir niteliğidir, bunun insanoğlu için kullanılması hoş karşılanmamıştır. Çeşitli hadislerde ele alınmış bu konu daha sonra hukukta da işlenmiştir. Nitekim 13. yüzyılın büyük hukukçusu Navavi, çağının ve özellikle Şafii inancının görüşünü belirtmektedir. Onun görüşüne göre canlı varlıkların resmini yapmak büyük günahtır. Hangi maddeden olursa olsun Tanrı’nın yaratıcı etkinliğine özenmek sayılacağından benzetmece yasaktır. Buna karşın bir ağaç, bir deve semeri gibi cansız şeyleri benzetmece yasak değildir. Üzerine canlı bir varlığın resmi çizilmiş eşyayı kullanmak da aynı gerekçeyle yasaktır. Burada gölge düşüren ya da gölge düşürmeyen gibisinden bir ayrım yapmak yolu da kapalıdır. Bazıları yalnız gölge düşüren cisimlerin benzetmecesini yasaklayıp, gölgesi olmayanlarda bir kötülük görmemektedirler. Oysa Peygamber ve gelenekler böyle bir ayrım yapmamışlardır. Özetlemeye çalıştığım bu görüş daha çok aşırı bir anlayıştır. Resimler karşısında yalnız Arapların değil Yahudilerin de takındığı bu çekingen tavrın bir nedeni de resimlerin ve heykellerin büyüsel özelliklerinden korkudandır. Resmi, heykeli yapılanın kişiliği bu cisme geçer ve bu cisim büyü gücü kazanır. Ancak bazı durumlarda izin verildiği de olmuştur. Nitekim kız çocuklarının bebeklerle oyalanması hoş görülmüştür. Ne var ki burada bebek puta taparlık olarak görülmemiş, kız çocuğunda annelik duygusunu geliştirmesi aranmıştır. Kız çocuklarının oynadığı bebekler gibi İslam ülkelerinde asıl konumuz olan gölge tiyatrosu da hoşgörüyle karşılanmıştır. Bu hoşgörünün nedenlerine inmeden gölge tiyatrosunun tarihi üzerine önemli araştırmalar yapmış olan Dr. Georg Jacob’un Araplarda dramatik eğilimin yokluğunun nedenlerini ortaya koyan düşüncelerini özetleyelim.
İslâmın yaşam görüşü, salt Tanrı ve yazgı anlayışı, bireyin “muharrik” le (Tanrısal oynatıcı) çatışmasına, ona baş kaldırmasına ya da istem ile ödev arasındaki çatışmaya, dolayısıyla dramatik kavrama karşıdır. Dramatik sanatın en bireyci türü olan tragedyayı beğenmek, duyguda ve düşüncede edilgin olan Arap için saçma gözükecektir. Tragedyada umutsuz ve başarısız da olsa yaşam savaşının korkucu vericiliğinin, soylu bir düşüşün, yenilginin yarattığı beğeni Arap dünyası için yabancıdır. Arap dünyasının örnek kahramanı kendini böylesine boşa harcamayacak denli işini bilir ve Arap şairi de kahramanını yaratırken onu boşu boşuna yazgıya, alınyazısına meydan okutmayıp, işi kitabına uydurur. Kişinin kendi yaşam çizgisini belirleyip kararlaştırması Arap’ın hiç düşünmeyeceği bir iştir. Bu yolda Tanrı’nın gücünden başka güç tanımaz. Arap’ın gözleri yalnız en yakına, süsten öteye geçmeyen ayrıntılara dikilmiştir. Bütün Arap sanatı süsleyici ayrıntılarla meydana gelir. Düşünüş yöntemi de “epik” tir. Çabuk gelişmelere karşıdır. Aynı motifin birikiciliği, yinelenmesi hiçbir zaman bıktırıcı ya da kötü sanatın kanıtları sayılmaz onun gözünde, tersine o bunları en etkili sanat ilkesi kabul eder. Dramatik bir özellik olan olaylar dizisinin gelişmesinde çabuk eylem Arap için hoşa gitmeyen bir özelliktir. O her şeyi “epik” bir solukla söyler, daha önce olmuş bir olaya dönüş yapmak gerektiğinde her şeyi yeni baştan alıp usanç vericilik kertesinde anlatmaktan çekinmez. Olaylar dizisinde gerilim onun bilmediği bir şeydir. Bir konu buldu mu tükeninceye dek bu konu üzerinde işlemeler, çeşitlemeler yapar. Bu özellikler en çok Arap müziğinde karşımıza çıkar. Aynı ton dizilerinin durmadan yinelenmesi, aynı ezginin bir düzine notada sonsuz çeşitlemelerini yarım saat dinlemek Avrupalının kulağında umutsuzluk, bıktırıcılık izlenimi yaratır. Oysa Doğulu bunu dinlemeye doymak bilmez.
Dr.Jacob’un bu açıklamasının en ilginç yanı Arap ve İslam dünyasının daha çok epik anlatışa yönelişidir. Nitekim dramatik bir yönteme başvursa da İslam ülkelerinde hâkî, Râvî, nakkal, kıssahan, gazelhan, efsane-gûyende, meddah gibi çeşitli adlar altında hep hikaye anlatana rastlamamız da bu görüşün sonucu değil midir?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi gölge tiyatrosu İslam ülkelerinde yüzyıllar boyunca hoşgörüyle yaşamış, bir çeşit dokunulmazlık kazanmıştır. Bu türün savunulması için her şeyden önce gölge tiyatrosundaki görüntülerin cansız oldukları, dolayısıyla tek ve biricik yaratıcı olan Tanrı’nın işine karışılmamış olduğuna kanıtlar ileri sürülmüştür. Nitekim gölge oyunundaki görüntülerde ip takmak ya da değnek geçirmek için bir delik bulunur, hiçbir canlı böyle bir delikle canlı kalamayacağına göre bu görüntüler canlı ya da canlıyı benzetmece sayılmazlar, sayılmayınca da Tanrı’nın işine karışmak gibi bir saygısızlık da düşünülemez. Nitekim düşünür İbnül Arab, 13. yüzyılda bu oyunlarda öğrenek yanı bulmuştur. Perde arkasında oynayanlar yapıntı belirtileridir, bu onların gerçek biçimleri değildir. Seyirci gerçek olmayan bu görüntülerin ardında Tanrısal gerçeği seyre dalar, aynı zamanda tıpkı bu görüntüleri oynatan hayalci gibi Tanrı’nın da insanları böyle yönettiğini kavramış olur. Nitekim tasavvuf da gölge oyununda kendi görüşlerini açıklamak için bir dayanak bulmuştur. Örneğin 12. yüzyıldan Ömer İbnül Farız Ta’iyyat-el Kübra adlı eserinde insan ruhunu, görüntüleri perde arkasında oynatan hayalciye, perdedeki görüntüleri ise bedene benzetmiştir. Perde kalkınca gerçek olarak yalnız oynatan kalacaktır, böylece ruh ile Tanrı’nın bir olduğu meydana çıkacaktır.
Nitekim Eflatun da Kanunlar (M.Ö 644-645) adlı eserinde kuklaya ya da gölge oyununu görüşüne bir dayanak noktası yapmıştır. Evren büyük bir tiyatro, insanoğlu da ipleri Tanrı’nın elinde olan kuklalar gibidir. Sanatçı da yaratıcı olan Tanrı’nın bir rakibidir. Yalnız burada Eflatun’un örnek aldığı kuklanın nasıl bir kukla oyunu olduğu tartışma götürür. Bu mağara alegorisinde seyirciler mağarada kuklalara sırtlarını dönmüşler, onların bir sinema gibi karşılarındaki perde üzerinde yansıtılan gölgelerini seyrederler. Bunun da bir gölge oyunu türü olduğunu kabuledebiliriz. Nitekim Cava’da Wayang adı verilen kukla da eskiden oynatıldığı biçimde kutsal sayılan kuklaları kadınların görmesi yasaklanmış, bu nedenle erkekler kuklaları yüzü dönük seyrederken, kadınlar bunları arkaları dönük, yalnız bir perdede yansıtılan gölgelerini seyrederlermiş. Eflatun’un seyircileri de bacakları ve boyunları zincirle bağlı olduğu için arkalarındaki kuklaların gerçeklerini göremeyip, önlerine yansıtılan gölgelerini görüyorlar.
Bunun bizim bakımımızdan ilginç bir yanı vardır. Evliya Çelebi iki tür gölge oyunu oynatıcısı olduğunu söyler, bunlardan birini “hayal-i zılciyan”, ötekisini “hayal-i zıl-i tasvirciyan” diye adlandırır. Bunlardan biri bildiğimiz Karagözdür, ikincisinin ise yukarıda açılandığı gibi sinema gibi karşıya yansıtılan bir gölge ya da gölge düşürme oyunu olduğuna inanmak için kanıtlar vardır.
Türklerde de gölge oyunu böyle dinsel ve tasavvuf öğreneği olarak korunabilmiş ve bir dokunulmazlık kazanmıştır. Karagözde perde gazellerinde bu tasavvuf anlamı ve öğrenek değeri belirtilir. Ayrıca çeşitli şiirlerde Karagözün bu yönü üzerinde durulmuştur. Sacit divanından alına şu mısraları bir örnek olarak verebiliriz.
Bu bir zılli hayaldir kim hayal içre hayal oynar
Ne ten oynar, ne can oynar, meyâli-bîmeyâl oynar
Verâya perdeden söyler hurûfu, gece gündüz
Ne hurşitten menazildir ne encüm, ne hilaf oynar
Gör ol hengame-i ibret, ne yazmış levhine seyret
Çekil vahdet gözünden bak, eyâ gafil ne hal oynar
Dil ol bir nükteyi yarla, bu meydanı hakikatte
Bu bir resmi hayaldir, ehline amma kemal oynar
Ne ağla, başıan gülme, ne gör, görme, bilip, bilme
Ana-vi maderinden geç bu fasılda ne el oynar
Bu esrarı aref remzi, hayali perdeden geçmiş
Bulursa ehlini mana meali bin meâl oynar
Sana senden yakup şem-i görün Sacit hayal görme
Yıkıp perde-i darayı felek efser zeval oynar.
Türkiye’yi incelerken burada gerek Karagöz gerekse başkaca dramatik gösterileri Türkiye’de din adamlarının nasıl karşılandıklarını görelim. Bunun için en iyi kaynak fetvalardır. Müftüler güç soruların şer-i yasalara, kanıtlara dayanarak, bunlardan kendisine sorulan olaya uygun olanını bulup çıkarırlardı. İşte gerek gölge oyunu gerek çeşitli taklitli seyirlik oyunlar için sorulan sorulara fetvalarda verilen cevaplar gösteriyor ki Türkiye’de din adamları ancak belirli durumlarda bu olaylara yasaklayıcı, kınayıcı bir tavır takınmışlardır. Daha çok eğitim, din, adalet gibi saygı duyulması gereken kişi ve kurumların alay konusu edildiği durumlarda bu oyunları hoş karşılamamışlardır, yasaklama gerekçeleri bu kişilerin ve kurumların saygınlığını koruma yolunda verilmiştir. İşte bunlardan bazı örnekler görelim. Önce meddahlık için bir Ebussut fetvasını görelim. Dinleyenler kendilerini meddahın öyküsüne öyle kaptırıyorlar ki namazı unutuyorlar:
Mesele: Kıssahan olan zeyd, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)in ammi olan hazret-i Hamza’ya bazı kizbler isnad edip, “anın asrında bir kafir padişahı-neüzü billahi te’laa-uluhhiyet da’vasın eyleyip varidi” deyip, ol mel’unun ağzından-ne’üzübillah “ben Hamza’yı âsi yarattım hikmetim böyledir, filan pehlivanı mutî yarattım o benim cennetime dahil oldu” deyip, “hazret-i Hamza’nın Kasım ve Bedî olup iki oğulları var idi” deyu birbirine hasım eyleyip, cenk ettirip, müstemi olan bazı Bedî’a ve bazı Kâsım’a meyl edip birbirlerine bu’z ü adavet eyleyip, mezhür zeydi istima ederlerken bazı ikindi namazın ve bazı akşam namazın tek edip, ve bazı vatk-ı mekruhta namaz kılsalar vech-i meşruh üzre cemiyyet eden Zeyde ve daimi varıp istima edenlere ne lazım olur?
Elcevap:Hakim Zeydi ta’zir-i şedid ve habs-i medid ile iftiradan men edip, idlâl ettiği ehl-i hevâ ve dalâl dahi tevbe ve istiğfar edip, kendi hallerinde olmak lazımdır.
Ebussuut Efendi fetvaları arasında Karagöz ile ilgili üç fetvayı görelim. Bunlardan ilki şöyledir:
Mesele:Zeyd-i ekâbir meclisinde vâki olup gece ile hayâl-i zıll dedikleri oynayıp, def’ine kâdir olmayıp ve kalkıp gidemeyip, igmâz-ı ayn edip, sabah istiğfar eylese, şer’an nesne lazım olur mu?
Elcevap:Hitâbeti Hak te’âlâ hazreti azamet ve heybetin ol ek’akibir dediği harir kulunun azamet ve heybetinden gâlip bilip ana göre amel eder bir müslime verilmek lazımdır.
Ebussut fetvaları arasında bu yazıda belirtildiği gibi Karagöz oyununun öğrenek değerini belirtenler vardır. Nitekim:
Mesele:Hayâl-i zıll için bazı ehl-i basiret
(Rayetu hayâl al-zılli ekbera ibrâtın
Limen huva fi ilmil-hakikatı râkı
Şuhusu ve eşbahun temerru ve tankadi
Vatefna serian vel-muhariku bakî.)
(Çeviri:Gerçek biliminde yükselmek isteyenler için gölge oyununda büyük öğrenekler olduğunu gördüm. Kişiler, kalıplar gölge gibi gelip geçiyor ve çabucak yok oluyor onları oynatan ise durucu kalıyor.)
demiştir.
Hem “mahal-i ibrettir” deyu buyurduğu vâki midir?
Elcevap:Vaki’dir, erbab-ı besâir-i selimiye ibret-i acibedir.
Öğretmen ve öğrencilik ilişkisinde saygınlık arandığı için öğretmeni ve öğrenciyi alay için taklit edilmesini Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi bir fetvasında şöyle kınıyor:
Mesele:Müslim geçinen zeyd-i mukallid gece ile helva sohbetinde taklid ederken başına sarık sarub ve mekteb hocası gibi eline bir çubuk alub ve birkaç uşakları önüne oturtub malâya’ni türrehat söylemeyi ta’lim edüb söylemeye kadir olmayanlarını falakaya koyub bunun emsali masharalık ile istihza-i ilim edüb ve mecliste bulunan müslümanlar dahi safalanub bilihtiyar dahkeyleseler zeyd’e ve ol müslümanlara ne lazım olur?
Elcevap:Cümlesi kâfir olurlar, tecdid-i iman ve nikah ve tazîr lazım olur.
Din ve Kur’an okumakla taklit yoluyla alay edilişine karşı yine Abdullah Efendi şu fetvayı vermiştir:
Mesele:Zeydi müslüm mukallidlik ederken Kur’an-ı azimüşşandan nice ayatı kerimeyi mizah vechi üzere okuyup ve namazı istihza ettikte ol mecliste bulunan müslimin safalanıp ihtiyâren dahketseler zeyde ve ol mecliste bulunan müslime ne lazım gelir?
Elcevap:Zeyde ve müslimine tecdidi iman ve nikah ve tâziri şedid.
Yalnız Müslümanlığı değil başka dinlerin ve din adamlarının da taklit yoluyla alaya alınması hoş görülmemiştir. Nitekim bir kitapta şöyle söyleniyor:
Bir kimse mecusî şapkasın giyse veyahut kenduyi yahudiylere teşbih eylese veyahut nasranilere teşbih eylese, mizah târiki üzre veya latîfe târiki üzre, kâfir olur.
Bunun gibi kadı, din adamı gibi saygın kişilerin de kendilerine yakışmayacak taklitler yapması hoş karşılanmamıştır. Nitekim bir fetva şöyle söylüyor:
Mesele:Kuzzat taifesinden Zeyd, bazı kibar meclislerinde nâssı taklid ve masharalık edüp ve hikayat-ı kâzibe nakletmek adeti olub muskıt-i adalet olan bazı menahiden içtinabı olmassa Zeyd’e taklid-i kaza caiz olur mu?
Elcevap:Olmaz
Yalnız din, öğretmenlik gibi konulara değil, adalet organlarına da saygısızlık hoş karşılanmamıştır. Kadı ile davacıyı taklit eden bir oyunu bir fetva şöyle anlatıyor:
Mesele:Zeyd’in ettiği düğün gecesinde cem’i olan müslimin, temaşa için getürdikleri müslim lûubbazlar, bazı oyunlarda başlarına kâfir şapkası giyüb oynayub ve bazı oyunlarda içlerinden birine büyük dülbend giydürüb Kadı namında olub ve bazı Müddei namında olub, suhriye tarikiyle dava ve hükümet suretinde mizah ile lûub-i ahara muntazır olsalar şer’an ol lûubbazlara ve etrafında olub hazz-ı dahk edenlere ne lazım olur?
Elcevap:Tecdid-i iman ve nikah lazım. Vülat-ı emre meni ve zecirleri ve her mü’mine inkarı lazımdır ve vacibdir.
Şeyhülislam Yahya Efendi’nin bir fetvası bir mahallenin müezzininin oyunculuğa özenişi, maske takması için şunları yazıyor:
Mesele:Bir mahallenin müezzini olan Zeyd, eyyam-ı iydde salınacak kurub papas takyesini başına geçirüb ve burnuna masnu kafir sureti geçirüb papas şekline girüb halka oynayıverse Zeyd’e ne lazım olur?
Elcevap:Azil ve ta’zir ve tecdid-i iman ve nikah lazım olur.
Ancak bazen fetvalarda ille de böyle saygın kişiler, uğraşlar ya da kurumlarla alay olmasa da taklidin hoş görülmediğine rastlıyoruz. Nitekim İbn-i Kemal’in şu fetvası gibi:
Mesele:Bir müslüman başıan şapka giyüb kaftanın tersini giyüb oynasa şer’an ne lazım olur?
Elcevap:Tecdid-i iman gerektir.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Din adamlarının görüşleri yalnız tiyatro olayları karşısındaki davranışlarını göstermekle kalmıyor, ayrıca bize çağlarının tiyatro olaylarını, bunların konularını da bildirmekle aydınlatıcı, bilgi verici bir görevleri oluyor. Böylece bu oyunlarda kılık değişikliği, maske ile kadı ile davacıyı, öğretmenle öğrenciyi, din adamlarını taklit ettiklerini öğreniyoruz. Nitekim bu bize başka ülkelerin oyunlarıyla karşılaştırmalar yapmakta da yardımcı oluyor. Örneğin Türkistan’da da hekimle hastası, kadı ile davacı, öğretmenle öğrenci gibisinden günlük yaşamdan alınmış oyunlar oynandığını biliyoruz. Bizans’ın tiyatro yaşamı üzerine bilgiyi de yine din adamlarının bu tür yasaklamalarında buluyoruz. Ancak bu fetvalardan öğrendiğimize göre din adamlarının Türkiye’de tiyatro olayları karşısındaki tutumu hiç de olumsuz sayılamaz. Çoğu kez yasaklamaların din adamlarından çok toplumun ahlak koruyuculuğu, düzen bağının gözetilmesi gibi gerekçelerle din dışı çevrelerden geldiğini biliyoruz. Bu çevrelerin tutumu ise ayrı bir yazı konusu olabilir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder